ŞANLI URFA
ASLİYE CEZA
MAHKEMESİNE
-----------------------------------------------------
Dosya esas no:
2008/1233
Konu: Esas
hakkındaki
hakkım saklı
kalmak kaydıyla,
iddianameye
yanıtımdır.
Kürd Ulusal
Demokratik
Çalışma Grubu (KUDÇG)
24.12.2006
tarihinde
Urfa’da bir
bölge toplantısı
düzenlemiştir.
KUDÇG Kürd
halkının
ulus-ülke
gerçekliğini
esas alan,
sorunun Kürd
halkının
self-determinasyon
hakkının
yadsınmasından
kaynaklandığını
tesbit eden,
çözümü de bu
hakkın
uygulanmasında
gören bir siyasi
inisiyatiftir.
Mayıs 2007 de
yaptığı
kongreyle Kürd
Ulusal Birlik
Hareketi (TEVKURD)
adını almıştır.
Kuruluşuna
vesile olan
Eylül 2005
toplantısının
çağrıcılarından
birisiyim. Bu
hareketin KUDÇG
döneminde
aktivisti,
TEVKURD
döneminde ise
meclis ve
yürütme kurulu
üyesiyim.
Hareketimiz
açık alanda
meşruiyetini
halkımızın
özgürlük
mücadelesinin
haklılığından
alan bir siyaset
anlayışına
sahiptir. Kürd
ulusunun,
Dünya’daki diğer
bütün uluslar
gibi kendi
geleceğini
kendisi
belirleme
hakkına sahip
olduğuna, buna
layık olduğuna,
bunu hak
ettiğine inanmak
ve bunun için
mücadele etmek
hareketimizin
temel
prensibidir. Bu
prensibi esas
aldığımız için
de çoğulculuk,
şeffaflık, çok
seslilik, çok
renklilik
çalışma
anlayışımıza
içkin olmuştur.
Kendimiz olarak
ve kendimiz
kalarak siyaset
yapıyoruz.
Takiye
siyasetine
itibar etmiyoruz.
Halkımızın
özgürlük
mücadelesinde
söyleyecek
sözümüz var ve
bunu her alanda
açık seçik
söylüyoruz.
Türk
Egemenlik
Sistemi (TES),
Kürd halkının
ulus-ülke
gerçeğinin
inkârı ve imhası
üzerine
kurulmuştur. Bu
nedenle TES’nin
hukukunda
Kürdistan ve
Kürd halkı
yoktur. Bu hukuk
içinde kendimiz
kalarak siyaset
yapma olanağı da
yoktur.
Türkiye’de
legalite
“Türk’tür”, bu
alanda çalışmak
Türk görünmekle
mümkündür. Türk
hukukunda resmen
yokuz. Kendi
yurdumuzda da
kendi hukukumuz,
resmiyetimiz
yok. Resmi
varoluşumuz
yalana
dayalıdır.
Tarihsel,
toplumsal
varoluşumuz ile
resmi
varsayılmamız
arasındaki
ilişki koca bir
yalandır. KUDÇG
ve devamında
TEVKURD bu
yalana
itirazdır.
Resmiyete
uyarlanmış bir
tarih ve toplum
değil, tarihsel,
toplumsal
gerçekliklere
uygun bir
resmiyet
talebidir. 150
yıllık özgürlük
mücadelemizde
sınırlı ve
mütevazi bir
yeri olsa da,
yeni ve ciddi
bir arayıştır.
Urfa
Toplantısı
Gerek KUDÇG
gerekse de
devamında
TEVKURD birçok
ilde bölge
toplantıları
düzenlemiştir.
Birlik
esaslarının ve
çalışma
yöntemlerinin
tartışılarak
programlaştırılması
amacıyla
düzenlenen bu
toplantılardan
birisi de
24.12.2006
tarihinde
Urfa’da
yapılmıştır.
Diğer birçok
toplantıya
olduğu gibi bu
toplantıya da
katılıp özgürlük
mücadelemizin
sorunları ve
çözümleri
hakkında
düşüncelerimi
katılımcılarla
paylaştım. Sorun
hakkında farklı
tanımlamaların
ve çözüm
önerilerinin
dile getirildiği
Urfa toplantısı,
çok sesli,
verimli, uygar
bir platform
olmuştur. Gerek
izleyiciler
gerekse de
konuşmacılar
katılmadıkları,
yanlış
buldukları
söylemleri de
büyük bir
olgunlukla
karşılamış,
saygıyla
dinlemişlerdir.
Bu olgunluk,
eleştiri dozu
yükselen
polemiklerde de
devam etmiş,
katılımcılar
dile getirilen
düşüncelere
katılmasalar da,
KUDÇG’nun
“farklılıklarımız
zenginliğimizdir,
birlikte yaşama
kültürünü
geliştireceğiz”
prensiplerine
uygun
davranmışlardır.
Bu nedenle
Mehmed Aydoğdu
kardeşimin
sorgulama
tutanağında
söylediği iddia
edilen “…Allahın
selamı
üzerinizde olsun
dediğimde bana
güldüler.” sözü
bühtandır. Yine
Mehmed Kemal
Uğuzlu
kardeşimin
“…diğer
konuşmacılar
halkı kin ve
düşmanlığa
tahrik edecek
şekilde
konuşmalar
yaptılar. Hatta
Kürd halkını
Türklere karşı
tahrik
etttiler.”
şeklindeki
sorgucular
tarafından dikte
ettirildiğini
düşündürten
ifadesi de
bühtandır.
Salonda mücahit,
sorguda muhbir
olunmaz. Bu dine
de vicdana da,
ahlaka da
sığmaz. Toplantı
katılımcıları
da, KUDÇG
aktivistleri de
farklı dini,
siyasi,
ideolojik,
örgütsel
aidiyetleri ve
hassasiyetleri
olan uygar
insanlardır,
toplantı da bu
uygar atmosfer
içinde
gerçekleşmiştir.
Sözde mi,
sahih mi?
Bu dava
sözdelik-sahihlik
davasıdır. Karl
Marx, “görünüşle
gerçek bir
olsaydı, bütün
bilimler
gereksiz olurdu”
der. Görünüşle
gerçek bir
olsaydı,
devletler,
mahkemeler,
siyaset de
gereksiz olur
muydu, tartışmak
lazım ama
Ş.Urfa’da böyle
bir yargılamaya
gerek kalmazdı.
Sözde kavramının
kendisi
görünüş-gerçek
uyumsuzluğuna
işaret eder,
sözlüklerdeki
tanımı şudur:
“Gerçekte öyle
olmadığı halde,
öyle olduğu
söylenen, öyle
olduğu iddia
edilen ya da
bilinen.”
İddianame de bu
kavramla
başlıyor: “Şanlı
Urfa ilinde
24.12.2006 günü
Saray önü
caddesi Harran
oteli konferans
salonunda sözde
Kürt Ulusal
Demokratik
Çalışma grubu
adındaki
oluşum…”. Aynı
kavram Ş.Urfa
valiliğinin, il
emniyet
müdürlüğünün
toplantımızı
izleyip kamera
ile kaydetmesini
isteyen
yazılarında ve
bu kararı veren
Ş.Urfa 2. Sulh
ceza mahkemesi
kararında da
geçmektedir.
Herhangi bir
örgütü, kurumu,
nesneyi ‘sözde’
kavramı ile
nitelemek iki
durumda mümkün
ve doğrudur.
1-Sözü edilen
örgüt, kurum,
nesne ya da
kavram
gerçeğinin sahip
olduğu
özelliklere
sahip olmadığı
halde öyleymiş
gibi bir iddia
varsa. 2-Gerçek
hayatta
karşılığı
olmayan ya da
varsayılan
özelliklerden
yoksun bir
iddiada
bulunuluyorsa.
Öyleyse
Ş.Urfa valiliği,
emniyet
müdürlüğü, 2.
Sulh ceza
mahkemesi ve
mahkemenizin
savcılığı sözde
KUDÇG derken
neyi
kastetmektedirler?
Bizlerin
kurucusu ve
yöneticileri
olduğumuz KUDÇG
dışında gerçek
bir KUDÇG mi
vardır ki
bizimkinden
‘sözde’ diye söz
edilmektedir?
Yoksa bizlerin
grubumuza ait
tanımlamalarımızda
bu devlet
kurumlarının
katılmadığı,
gerçek hayatta
karşılığı
olmayan
özellikler mi
vardır? ‘Sözde’
kavramının bu
nedenlerle değil
grubumuzun
adındaki Kürd
sözcüğü için
kullanıldığı
açıktır. Bu
‘sözde’
kavramının
herhangi bir
şeyi sahtesinden
ayırmak için
değil hakaret
kastıyla
kullanıldığı da
açıktır. TES’nin
ideologları,
siyasetçileri,
mahkemeleri
yıllardan beri
Kürde ait
herşeyin başına
sözde kelimesi
koyarak
aşağılamaktadırlar.
Urfa
toplantısında
yaptığım
konuşmanın bir
bölümünde
bizlere ve
bizlerin
şahsında Kürd
halkına
yöneltilen bu
hakarete yanıt
verilmiştir. Bu
cümledeki sözde
vurgusuna
alışığız, alışık
olmamız
isyanımızı
engellemez,
muhataplarımızın
da bu isyanımıza
alışması
gerekir.
Toplantıdaki
konuşmada bu
konuda
söylediklerim ve
iddia makamının
iddialarına
dayanak
gösterdiği bölüm
şudur:
“Mahkeme
kararını okudum.
Grubumuzdan söz
ederken ‘sözde
Kürd Ulusal
Demokratik
Çalışma Grubu’
diyor. Buradaki
‘sözde’ kelimesi
Grubumuzun
adındaki Kürd
sözcüğü için
kullanılmıştır.
TES’nin
temsilcileri,
ideologları Kürd
ve Kürdistan
sözcüğünü
gördükleri her
yerde başına
‘sözde’
sözcüğünü de
eklemektedirler.
‘Sözde Kürd
ulusu’, ‘sözde
Kürdistan’,
‘sözde Kürd
devleti’, ‘sözde
Kürd bayrağı’
vs. İnkâr ve
imha sistemi
olan TES Kürde
ait ne varsa her
şeyi yapay
göstermekte ve
sözde sözcüğüyle
aşağılamaktadır.
Buna isyan
etmeliyiz, isyan
ediyorum.”
İddianame
bizlere ve
halkımıza
hakaretle
başlıyor
İddianamesine
bizlere ve
şahsımızda
halkımıza
hakaretle
başlamakta
sakınca görmeyen
iddia makamı,
durumu kurtarmak
için bizim
hakaret
ettiğimizi iddia
etmektedir.
Benim konuşmamla
ilgili ilk
iddiası şudur:
“Konuşmacılardan
şüpheli Fuat
Önen yapmış
olduğu
konuşmada:
Türkiye
Cumhuriyeti
Devletini, Türk
egemenlik
sistemi olarak
adlandırıp
Türkiye
Cumhuriyetini
sömürgeci olarak
nitelendirip
Cumhuriyeti
alenen
aşağıladığı,”
iddiasında
bulunmaktadır.
Bu iddia
karşısında
söyleyeceğim ilk
şey şudur: Ben
T. C. Devletini
TES olarak
adlandırmadım,
adlandırmıyorum.
Egemenlik
sistemi daha
geniş bir
kavramdır. Benim
analizim T. C.
Devletinin
TES’nin bir
parçası olduğu
şeklindedir.
TES, görünür
devlet
aygıtından
ibaret değildir.
Görünür devlet
aygıtı onun
egemenlik
vasıtalarından
birdir. Bu
egemenlik
sisteminin
devlet içi
görünmeyen
vasıtaları da,
devlet dışı
vasıtaları da
vardır. T.C. bu
egemenlik
sisteminin henüz
gerçekleşmemiş
projesidir.
Tartıştığımız
sorun bakımından
bu proje Osmanlı
bakiyesinden bir
ulus yaratma
projesidir. Bu
projenin realize
olması, Kürd
halkının
ulus-ülke
gerçekliğinin
ortadan
kaldırılmasına
bağlıdır. Bu
coğrafyada 80
yıldır
sürdürülen
savaşın hedefi
budur. Bu
nedenle TES’nin
Kürdistan’la
ilişkisini
sömürgecilik
olarak analiz
ediyoruz. Bu
analiz kendi
aramızda da
tartışılan bir
analizdir.
TDK
sözlüğünde
sömürgecilik
şöyle
tanımlanıyor:
“Sömürgecilik:
Genel olarak bir
devletin başka
ulusları,
devletleri,
toplulukları,
siyasal ve
ekonomik
egemenliği
altına alarak
yayılması veya
yayılmayı
istemesi,
müstemlekecilik.”
TES’nin
Kürdistan’la
ilişkisinde bu
tanımın tüm
unsurları
vardır,
tartıştığımız bu
değildir.
Sömürgeciliğin
klasik ve yeni
sömürgecilik
olarak
sınıflandırıldığını
da biliyoruz.
Ancak hem klasik
hem de yeni
sömürgecilikte
sömürge bir
statüyü
varsayıyor.
Uluslararası
hukukta tarif
edilen bir
statüye karşılık
geliyor. Hatta
yeni
sömürgecilikte
şeklen bağımsız
bir devlet
statüsüne
sahiptir
sömürge. Klasik
sömürgecilik ile
yeni
sömürgecilik
arasındaki bir
geçiş süreci
olarak
tanımlayabileceğimiz
manda sistemi de
bir statüye
tekabül eder.
Ancak 1.
Dünya savaşı
sonunda yeniden
bölünüp
parçalanarak
farklı devlet
sınırları içinde
farklı egemenlik
sistemlerine
terk edilen
Kürdistan bu
türden hiçbir
siyasi statüye
sahip değildir.
TES, Kuzey
Kürdistan’da bir
siyasi statü
tanımak şurada
dursun
coğrafyasını da
tanımamakta ve
‘Doğu, Güney
Doğu Anadolu’
olarak
tanımlamaktadır.
Buradaki
statüsüzlük
durumu nedeniyle
İ. Beşikçi
hocamız ‘alt
sömürge’
kavramını
önermektedir.
Geçmişte bu
çerçevede ‘iç
sömürge’ kavramı
da önerilmiştir.
Bütün bunlar
siyaset
teorisinin,
siyaset
sosyolojisinin
kavramlarıyla
yapılan,
yaptığımız
tartışmalardır.
Ancak önerilen
kavramların
hepsinde TES’nin
Kürdistan ile
ilişkisinin
sömürgeci bir
ilişki olarak
tanımlandığı
açıktır.
Tartıştığımız bu
ilişkinin
sömürgecilik
bile olmadığı,
sömürgecilikten
de öte bir
ilişki olduğu
yönündedir.
Sömürgecilik,
T.C. gibi
kavramlardansa
TES kavramını
kullanmamın
nedeni de bu
tanımı zor
ilişki türüdür.
İddia makamı
bu analizlerden
T.C. Devletini
alenen
aşağıladığım
sonucunu
çıkarmaktadır.
TDK, aşağılamak
sözcüğünü şöyle
tanımlamaktadır:
“Aşağılamak:1-
Değerinden düşük
göstermek. 2-
Küçültücü
davranışlarda
bulunmak, hor
görmek.” Bu son
derece keyfi bir
yorumdur.
Yapmaya
çalıştığımız bu
ilişkiyi anlamak
ve değerini
siyaset
biliminin
kavramlarıyla
tanımlamaktır.
Yukarıdaki
tartışmalar
doğru
anlaşılırsa
burada değerinin
düşük
gösterilmesi bir
yana değerinin
üstünde bir
kategoriyle
tanımlandığı da
görülecektir.
İddia
makamının benim
konuşmamla
ilgili ikinci
iddiası şudur:
“DTP li
arkadaşlar, PKK
li arkadaşlar,
Kongra Gel,
Türkiye’de
Kürtlük adına,
Kürd ulusunun
özgürlüğü uğruna
taş üstüne taş
koyan herkes
bizim
kardeşimizdir.
Şeklinde suçu ve
suçluyu övdüğü…”
TES’nin tüm
iddia ve
argümanlarında
gördüğümüz ve
ilerde
tartışacağımız
muğlaklık, iddia
makamının
iddialarında da
vardır. Övdüğüm
iddia edilen suç
da suçlu da
belli değildir.
Noktasız,
virgülsüz CD
çözüm metninden
rastgele aldığı
bir cümleyi
aktarıp, “suçu
ve suçluyu
övdüğü
anlaşılmıştır”
diyor. TDK
sözlüğü övmek
eylemini şöyle
tanımlıyor:
“Övmek: 1- Bir
kimseyi, bir
şeyi övmek, onu
yüceltmek, iyi
yönlerinden,
değerinden,
üstünlüklerinden
söz etmek.”
Açıklama
bekleyen soru
şudur: övdüğüm
söylenen suç
nedir, bu suçu
işleyip benim de
övdüğüm suçlu ya
da suçlular
kimlerdir? İddia
makamının
aktardığı
cümlede
eylemsellik
özelliğindeki
tek fiil şudur:
“Kürd ulusunun
özgürlük
mücadelesinde
taş üstüne taş
koymak.” Bir
halkın özgürlük
mücadelesine suç
demek kimsenin
hakkı olmadığı
gibi haddi de
değildir..
Geriye
konuşmada geçen
PKK, Kongra Gel
sözcüklerinden
hareketle bu
örgütleri
övdüğüm iddiası
kalıyor. Bu
iddiayı cümlenin
aldığı paragrafa
dayandırmak
mümkün değildir.
Çünkü konuşmanın
o bölümünde
konuşmacılardan
Celal Melik’in
sert
suçlamalarına
yanıt verilmiş
ve o bağlamda
PKK, Kongra Gel
ve DTP’nin de
savunduğu
demokratik
cumhuriyet
çizgisi
eleştirilmiştir.
DTP, PKK ve
Kongra Gel’den
arkadaşlarımızın
yanlış yerde ve
yanlış yolda
siyaset
yaptıkları
belirtilmiş,
üniter devlet ve
Türkiyelilik
çerçevesinde
savundukları
siyasal
anlayışlarına
katılmadığım,
bunu yanlış
bulduğum
vurgulanmıştır.
Kimseyi övmek de
yermek de benim
işim değildir.
Ayrıca PKK
(kürdistan İşçi
Partisi), PSK
(Kürdistan
Sosyalist
Partisi), PRK
(Kürdistan
Kurtuluş
Partisi),
KKP(Kürdistan
Komunist
Partisi), DTP
(Demokratik
Toplum Partisi),
HAKPAR( Hak ve
Özgürlükler
Partisi), ve
diğer Kürd
örgütlerinin
benim övgüme
ihtiyaçları da
yoktur.
Eleştirlerime
ihtiyaç duyup
duymadıkları da
kendi
takdirleridir.
Sosyalizmden
yana devrimci
bir yurtsever
olarak benim
işim devrimci
eleştiridir.
Gerek dışımdaki
kişi, örgüt,
hareket ve
kurumlara, gerek
içinde yer
aldığım hareket
ve kurumlara
yaklaşımımın
esasını devrimci
eleştiri
oluşturur. Halk
içindeki
çelişkiler
üzerinden
yürüyen
eleştiride
kardeşlik
hukukunu esas
aldığım doğrudur
ve siyasal
duruşumun bir
parçasıdır.
Urfa
toplantısında
yaptığım konuşma
da bu
yaklaşımımın
somut örneğidir.
Bu tutumum KUDÇG
ve TEVKURD’ün şu
programatik
ilkesine de
uygundur:
“TEVKURD ilke
olarak kendisini
hem halkımıza
hem de dünyaya,
üzerinde
yürüdüğü
pratik-politik
mücadele hattı
üzerinden
tanımlayacaktır.
Mücadelemiz
halkımızın
haklarını gasp
eden
rejimlerledir,
halklarla
değil.” (TEVKURD
programı sayfa
5-6.)
Bizler
TES’nin suç
tanımlamalarına
katılmak zorunda
değiliz, kendi
tariflerimiz var
ve kendi
tariflerimizle
siyaset
yapıyoruz. Bizim
tariflerimize
göre bir halkın
ulus ve ülke
gerçekliğini red
etmek ve imhaya
yönelmek
insanlık
suçudur. On
yıllardır
halkımıza karşı
işlenen bu suça
itiraz ediyor ve
halkımızın
özgürlük
mücadelesini
savunuyoruz. Bu
yaptığımızı,
suçu ya da
suçluları
övmekle suçlamak
akıl, izan ve
vicdanla
bağdaşır
değildir. Suçu
ya da suçluları
övmüyor,
halkımıza karşı
işlenen insanlık
suçuna karşı
çıkıyoruz.
Son olarak
iddia makamı
konuşmamın
farklı
bölümlerinden
pasajlar
aktararak
‘…şeklinde
ifadelerde
bulunup halkı
kin ve
düşmanlığa
alenen tahrik
ettiği…
anlaşılmıştır.”
diyor.
Konuşmamın bant
çözümleri
anlaşılmaz bir
karışıklıkla
malul olduğu,
iddia makamı da
bu bant
çözümlerinden
rastgele aldığı
satırları arka
arkaya dizmeyi
tercih ettiği
için konuşmamın
bütününde
iddialara
dayanak
gösterilen
düşüncelerimi
açıklama
ihtiyacı
duyuyorum..
Ancak
öncesinde tahrik
üzerine
söyleyeceklerim
var. Yine TDK
sözlüğüne
başvuracağım,
tahrik şöyle
tarif ediliyor
bu sözlükte:
“Tahrik: 1- Bir
şeyi hareket
ettirmek,
kımıldatmak,
yola çıkartmak
eylemi. 2- Bir
kimseyi
kışkırtmak, onu
kınanacak bir
davranışta
bulunmaya,
şiddet
kullanmaya,
yasaları
çiğnemeye itmek
eylemi; bu
amaçla yapılan
hareket.”
Konuşmamın
üzerinden geçen
17 aylık zaman
zarfında
konuştuklarımdan
etkilenerek, kin
ve düşmanlığa
tahrik olmuş,
harekete geçmiş
bir tek kimseye
rastlamadığım
gibi öyle bir
duyum da almış
değilim. Ne
toplantı
sırasında ne de
toplantı
sonrasında böyle
bir olgu
müşahede
edilmemiştir. Bu
konuda iddia
makamının
müşahede
ettikleri varsa
kuşkusuz
heyetinizle
paylaşacaktır.
Ancak iddianamme
okununca iddia
makamının bu
konuşmadan kin
ve düşmanlığa
tahrik olduğu ve
bu tahrikle
harekete geçerek
bu iddianameyi
hazırladığı
anlaşılıyor.
Kuşkusuz iddia
makamının tahrik
olması, halkın
da tahrik olduğu
sonucunu
doğurmuyor. Bu
davanın
sözdelik-sahihlik
davası olduğunu
belirtmiştim.
Toplantıda
yaptığım
konuşmada da
Grubumuza
yöneltilen
‘sözde’
hakaretine tepki
gösterdikten
sonra, devamında
Kürde ait her
şeyi ‘sözde’
kavramıyla
aşağılayan
TES’nin
sözcülerinin
kendi
argümanlarının
sahihliğini
sorgulamıştım.
TES’nin bize
kendisiyle
ilgili sunduğu
ve bizden bunu
gerçekmiş gibi
kabul etmemizi
istediği bir
görüntü var.
Bizim sahih
olmadığını
bildiğimiz bu
görüntünün temel
özelliklerinden
bazılarını
sıralamak
gerekirse:
1- TES, 1919-23
yıllarında
verilen bir
ulusal kurtuluş
savaşından sonra
kurulmuştur. Bu
sistem
emperyalizmle
mücadele
edilerek
kurulmuştur.
2- T.C.ye
vatandaşlık
bağıyla bağlı
olan herkes
Türk’tür ve
bunların tamamı
Türk ulusunu
oluşturur. Türk
ulusu Türkiye
coğrafyasının
tek ve bölünemez
ulusudur.
3- Türkiye
Türk’lerin
vatanının
adıdır, tektir
bölünemez.
4- TES’nin
devlet cihazı
ulus devlettir,
tektir
bölünemez.
5- Misak-ı Milli
bir bütündür,
bölünemez.
Bu
argümanların
tümü sözde
argümanlardır.
Son 80 yılda bu
coğrafyada
yaşananları
doğru
yansıtmayan,
doğru
anlaşılmasını
önlemek amacıyla
TES’nin çeşitli
ideolojik
aygıtlarla
yaydığı
ideolojik
tariflerdir
bunlar.
Toplantıda
bunlara kısaca
değinilerek şu
karşı argümanlar
savunulmuştur.
Ulusal
kurtuluş
savaşı iki
devlet
arasında
çıkar amaçlı
savaş
değildir
1- Gerek
1914-1918
gerekse
1919-1923
döneminde
yaşananların
ulusal kurtuluş
savaşıyla da
antiemperyalist
olmakla da
ilgisi yoktur.
1914-18 savaşı
emperyalist
paylaşım
savaşıdır.
Osmanlı
İmparatorluğu,
bu savaşın hem
tarafı hem de
hedefidir.
Osmanlıyı
ittifak
devletleri
(Almanya,
Avusturya-Macaristan…)
safında savaşa
ittihatçıların
soktuğu
söylenmektedir.
Enver Paşa bu
savaşa:
“Asya’daki
Türkleri ve
Müslümanları
birleştirmek,
Avrupa’da
kaybettikleri
toprakları geri
almak,
Adriyatik’ten
Hint sularına
kadar uzanan
büyük bir
imparatorluk
kurmak üzere
girdiklerini”
açıkça ifade
ediyordu (
Aktaran Fikret
Başkaya). Bu
amaçların ulusal
kurtuluşçu değil
sömürgeci olduğu
açıktır.
Savaştan
yenilgiyle çıkan
ittifak
kuvvetleri
paylaşımdan yeni
paylar
alamadıkları
gibi
ellerindekinin
bir kısmını da
kaybetmişlerdir.
Emperyalist
savaşta yeni
topraklar
kazanamayan,
daha önce ele
geçirdikleri
toprakların bir
kısmını kaybeden
güçlerin ulusal
kurtuluşçulukla
ne ilgileri
olabilir? Aynı
güçlerin
yenilgiden hemen
sonra, emperyal
hedeflerden,
sömürgeci
karakterden
arınıp ulusal
kurtuluşçu
olduklarını
söylemek de
bilim dışıdır,
hatta akıl
dışıdır.
1919-1923 dönemi
(bu dönem
1926’ya kadar
uzatılabilinir)
savaşın
galiplerinin
kazanımlarını
garanti edecek
bir uluslararası
düzen kurdukları
dönemdir.
1919 Paris
barış
konferansıyla
başlayıp,
Osmanlı’nın yeni
bir statüye
kavuştuğu 1923
Yakın Doğu
İşleri Hakkında
Laussanne
Konferansıyla
sonuçlanan bu
dönem esas
itibariyle
diplomatik bir
süreçtir.
Kazananların
kaybedenlere
iradesini kabul
ettirdiği,
savaşın siyaset
ve diplomasiyle
sürdürülüp
sonuçlandırılması
sürecidir.
Osmanlı
imparatorluğu
gibi, Almanya ve
Avusturya
imparatorluğu da
bu savaşta
dağılmış ve yeni
devlet
formlarıyla
varlıklarını
sürdürmüştür.
Dünyada Almanya
ve Avusturya
cumhuriyetlerinin
ulusal kurtuluş
savaşı vererek
kurulduğunu
iddia eden bir
tek aklı başında
insan varmıdır?
Osmanlı Devleti
taraf olup
imzaladığı son
anlaşma olan
1923 Lozan
anlaşmasından
sonra T.C. ne
dönüşmüştür. Bu
dönemde itilaf
devletleriyle
savaşılmamış,
tam tersine
onlarla
uzlaşılmış,
kurdukları
uluslararası
sistemin bir
parçası olarak
ayakta
kalabilmek zafer
olarak
yansıtılmıştır.
1918 Mondros
Mütarekesinden
sonra
Osmanlıların
girdikleri tek
savaş Yunan
savaşıdır.
Osmanlı-Yunan
savaşını her iki
taraf bakımından
da ulusal
kurtuluş savaşı
olarak nitelemek
mümkün ve doğru
değildir. Ulusal
kurtuluş savaşı
iki devlet
arasında çıkar
amaçlı savaş
değildir.
Osmanlı
devletinin 87
yıl önce
bağımsızlık
savaşıyla
kendisinden
ayrılan Yunan
devletiyle
giriştiği bu
savaşı ulusal
kurtuluş savaşı
saymak bilim
dışıdır,
kasıtlıdır,
gerçekliği
karartma
çabasıdır. Başka
halkları baskı
altında tutan,
işgalci,
emperyal Osmanlı
devletinin
ulusal kurtuluş
savaşı vermesi
eşyanın
tabiatına
aykırıdır.
Gerçek ulusal
kurtuluş
savaşları ulusal
hakları gasp
edilmiş
halkların
işgale, zülme
karşı verdikleri
ulusal özgürlük
savaşlarıdır. Bu
nedenle
1919-1923
‘ulusal kurtuluş
savaşı’ sözde
ulusal kurtuluş
savaşıdır.
2- Türklük
bir etnik kökene
işaret eder.
Asya orijinli
bir etnisiteyi
tanımlar.
Türkiye
coğrafyası bu
etnisitenin
coğrafyası
değildir. Bu
etnik kökenden
olanların
sonradan sökün
ettikleri bir
coğrafyadır.
Onlar gelmeden
önce de,
geldikten sonra
da bu
coğrafyanın
kadim halkları
kendi
topraklarında
yaşamaya devam
etmişlerdir. M.
Kemal’in
Nutuk’ta tarihi
19 Mayıs 1919’da
kendisiyle
başlatması gibi,
TES de bu
coğrafyayı
1.emperyalist
paylaşım savaşı
sonrasında
çizilen siyasi
sınırları esas
alarak, o
emperyal,
sömürgeci
iradeyi
içselleştirerek,
coğrafyanın
tarihsel
toplumsal
gerçekliklerinden
soyutlayarak
tanımlamaktadır.
Lozan anlaşması
denilen aslında
“Yakındoğu
İşleri hakkında
Laussanne
konferansı” dır.
Bu konferans
tarihe
emperyalistlerin
Ortadoğu
coğrafyasını
kendi emperyal
çıkarlarına göre
bölüp,
parçalayıp
dizayn ettikleri
bir konferans
olarak
geçmiştir.
Hiçbir tarihsel,
toplumsal
gerçeklik için
referans
alınması söz
konusu bile
olamaz. Hal
böyleyken TES bu
konferansı
göklere
çıkarmakta kendi
tarihine
başlangıç
yapmaktadır.
Osmanlı
devletinin bu
konferanstan
sonraki adı olan
T.C. de 1923’ten
sonraki yasal
düzenlemelerinde
Lozan sonrası
siyasi sınırları
esas almakla
yetinmemiş, bu
siyasi sınırlar
içindeki her
şeyi Türk kabul
etmiş, buna
uymayan tarihsel
toplumsal
gerçeklikleri,
asimile etmeye,
yok göstermeye,
imha etmeye
yönelmiştir.
“T.C.’ye
vatandaşlık bağı
ile bağlı olan
herkes türktür
ve bunlar Türk
milletini
oluştururlar”
argümanının
tarihi perde
arkası budur.
Türklüğün bu
tanımı üzerinden
varılan Türk
ulusu
belirlemesi
bilimsel ve
tarihsel
gerçekliklere
aykırı ve
tümüyle
ideolojiktir. Bu
tanım, T.C.’ne
vatandaşlık bağı
ile bağlı olan
ve Türk olmayan
milyonlarca
insanın, kadim
coğrafyasının
otantik halkı
olan Kürd
halkının ulusal
aidiyetine
yöneltilmiş
sömürgeci,
asimilasyonist
bir saldırıdır.
Aynı şekilde bu
tanım T.C.’ne
vatandaşlık bağı
ile bağlı
olmayan
milyonlarca
Türkün
Türklüğünü de
tartışılır hale
getirir.
Vatandaşlık
siyasi bir
kavramdır ve
tabiiyeti ifade
eder, milliyeti
değil. Ulus ise
tarihsel,
toplumsal,
siyasal bir
kavramdır.
Uluslar tarih
içinde
oluşurlar,
hükümet
fermanları ya da
‘cumhuriyet’
kanunlarıyla
değil. Bu
anlamda ve bu
bağlamda
Türkiye’de var
olduğu söylenen
Türk ulusu
gerçek değil,
‘sözde’ bir
ulustur.
Bunun sözde
ulus olmaktan
çıkması
tarihsel,
toplumsal
gerçeklere uygun
bir tanımla ve
diğer ulusların
varlığına ve
haklarına
saygıyla mümkün
olur. Bu bölümü
Gazi
Üniversitesi
Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Ahmet
Çiğdem’in,
gazeteci Neşe
Düzel’in Türk
kimliği nedir
sorusuna verdiği
şu yanıtla
bitiriyorum:
“Türk kimliği
diye bir şey
yoktur aslında.
Türk kimliği
denildiğinde, bu
kimliğin içeriği
boştur.
İçeriksiz bir
şeydir bu.
Sadece
Osmanlı’yı ve
İslamiyeti
koyabilirsiniz
bu kimliğin
içine. Zaten biz
İslami kimlik,
Türk kimliği
gibi kavramları
bizim için
işlevsel
olduğunda
benimseriz.
İşlevsel
olmadığında bir
kenara
bırakırız. Biz
kavramlarla,
sembollerle,
hayallerle,
tahayyüllerle
bir menfaat
ilişkisi
kurarız. Bir
sınıfın, grubun
ya da bir
inancın
çıkarlarına
uygun geldiği
ölçüde bunları
benimseriz.” (21
Nisan 2008
tarihli Taraf
gazetesi) Mesele
budur.
Kavramlarla
sembollerle
kurulan bu
menfaat ilişkisi
ideolojiktir.
Bunlarla
üretilen
kavramlar da içi
boş ve sözde
kavramlardır.
3- Yurt
(vatan) TDK
sözlüğünde şöyle
tanımlanıyor:
“a- Bir halkın
üzerinde
yaşadığı,
kültürünü
oluşturduğu
toprak parçası;
vatan. b-
İnsanın doğup
büyüdüğü,
yaşadığı yer,
memleket.” Bu
alanda Türkçe’de
tam bir kavram
kargaşası var,
çoğu birbirinin
yerine
kullanılan bir
dizi kavram söz
konusudur.
Vatan, yurt,
memleket, ülke,
il, el, diyar,
anavatan, yavru
vatan gibi. TDK
sözlüğü ülkeyi
de şöyle
tanımlıyor: “Bir
devletin
egemenliği
altında bulunan
toprakların
tümü, diyar,
memleket.” Bu
ülke tarifi
dünyanın diğer
devletleri
tarafından da
yaygın olarak
kullanılan bir
tanımdır;
imparatorluk
dönemlerinden
kalma olup
Milletler
Birliği ve
Birleşmiş
Milletlerin de
esas aldığı bir
tanımdır.
Osmanlıcadaki
Mülk kavramı da
bu anlama gelir;
Osmanlı mülkü,
memalik-i
Osmanlı, adalet
mülkün temelidir
cümlelerindeki
mülk, ülke,
devlet
anlamındadır.
Devletle yurdu,
devletle ulusu
özdeşleştiren bu
tanımlar
ideolojik,
siyasi
tanımlardır ve
sömürgeci
karakterlidirler.
Burada gerek
Milletler
Birliği’nin
gerekse de
Birleşmiş
Milletler’in her
iki dünya
savaşının
galipleri
arasındaki
uzlaşmayı temsil
ettikleri,
hukuklarının
galiplerin
iradesinin
ifadesi olduğunu
söylemeliyim.
Adı Birleşmiş
Milletler olsa
da, aslında
Birleşmiş
Devletler olarak
iş görmelerinin
nedeni de budur.
TDK
sözlüğünün
tanımladığı gibi
vatan, yurt
gerçeğine
bakarsak, T.C.
devletinin
egemenliği
altındaki
topraklarda
birden fazla
yurt olduğu
açıktır.
Kürtçe’de böyle
bir kavram
kargaşası
yoktur. Yukarı
Kürtçe’de
‘welat’, aşağı
Kürtçede de
‘nıştıman’
sözcüğüyle
adlandırılır.
Bu, Kürdlerin
tarih boyunca
kendi
yurtlarında
yaşayan, kendi
coğrafyasının
otantik halkı
olmasıyla
ilgilidir.
Anavatan, yavru
vatan kavramları
Türklerin kendi
kadim toprakları
dışında, başka
halkların
topraklarında
devletleşmesiyle
ilgilidir.
Devletleştikleri
yerlerin kadim
halklarının yurt
gerçeklerini
inkâr etmeleri
bu
devletleşmenin
sömürgeci
karakterinden
kaynaklanmaktadır.
Bir insanın
kendi yurdundan
söz etmesinden
daha doğal, daha
insani bir şey
yoktur. Oysa ki
Kürdler kendi
yurtlarından,
Kürdistan’dan
söz ettikleri
zaman başlarına
gelmedik bela
kalmamaktadır.
Bizlerin kendi
vatanımızdan söz
etmesini, Türk
vatanını bölmek
olarak
değerlendirmek,
yurt-vatan
gerçekliğimizin
ortadan
kaldırılmak
istendiğinin
somut kanıtıdır.
Kimsenin yurdunu
bölmek
istemiyor, kendi
yurdumuzda özgür
yaşamak için
mücadele
veriyoruz.
Başkalarının
yurt
gerçekliğine
saygılı
olmayanların,
yurt tanımları
da yurtseverlik
iddiaları da
sözdedir.
4- TES’nin
devlet cihazı
ulus devlet
değildir. T.C.
Osmanlı
bakiyesinden
ulus yaratma
projesidir. Bir
ulusun
devletleşmesi
değildir.
Devletin ulusu
ve ülkesi ile
bölünmez
bütünlüğü bu
sistemin bir
diğer önemli
argümanıdır.
Yasalarda
anayasada sıkça
tekrarlanan bir
argümandır. Bu
argümanın
kendisi T.C. nin
ulus devlet
olmadığının
itirafıdır. Bu
argüman bir
ulusun kendi
ülkesinde
devletleşmesinin
değil, devlet
zoruyla bir ulus
ve ülke inşa
edilmek
istendiğinin
kabul
edilmesidir. Bu,
ulus-devlet
tarifi değil,
devlet ulusu
tarifidir. Bu
devletin
egemenlik
sahasında birden
fazla ulusun
yaşadığını da
göz önünde
bulundurursak,
karşımızdaki
devletin gerçek
bir ulus devlet
değil, sözde bir
ulus devlet
olduğunu
söylemek doğru
olur.
Kapitalizmin
şafağında ortaya
çıkan ulus
devlet formuna
benzese de
özünde devlet
ulusu yaratma
projesidir.
5-
“Misakı-milli”
ulusal hukukta
da, uluslararası
hukukta da
hiçbir
geçerliliği
olmayan boş bir
belgedir. 80
küsur yıldır bu
belge somut
gerçekliğinin
dışına
taşırılarak,
içeriği tartışma
dışı tutularak
bir tabuya
dönüştürülmüştür.
Kendisi bir
bütünlüğe sahip
olmayan bu
belgenin
bölünmezliğinden
söz etmek
TES’nin bir
başka tarih
falsifikasyonudur.
Fikret Başkaya
hocamız bu
belgenin
kabulünü şöyle
anlatmaktadır:
“Mütareke
koşullarında
yapılan seçimler
sonucu oluşan
son Osmanlı
Meclis-i
Mebusan’ı 12
Ocak 1920’de
toplandı ve 28
Ocak 1920’de
Misak-ı Milli’yi
kabul etti.
Misak-ı Milli
Beyannamesi esas
itibariyle
mecliste oluşan
sayıları 70
(kimilerine göre
88) olan Felah-ı
Vatan grubunun
eseriydi ve
Meclis-i
Mebusan’da
yeterli
çoğunluğun
sağlanamadığı
bir gizli
oturumda
toplantıya
katılanların oy
birliğiyle kabul
edilip, 17 Şubat
1920’de de ilan
edilmişti.”
‘Ahdi Milli’ de
denilen bu
belgenin Büyük
Millet
Meclisi’nde
kabul edilip
edilmediği, ne
zaman kabul
edildiği de
tartışmalıdır.
10 Haziran, 10
Temmuz ya da 18
Temmuz tarihinde
BMM’de kabul
edildiğine dair
rivayetler var.
Ulusal Yemin ya
da Ulusal
Sözleşme olarak
Türkçeleştirilebilinecek
olan bu belge
hiç kimse için
bağlayıcı
olmamıştır.
Somut bir sınır
tanımlaması
olmayan bu
belgeye göre
sınırların
içinde olması
gereken
Osmanlı’nın
Musul eyaleti
(gerçekte
Orta-Güney
Kürdistan) 1923
Lozan ve ardında
1926 Ankara
anlaşmasıyla
İngilizlere
bırakılmıştır.
Fikret Başkaya
hocamızdan bir
diğer alıntıyla
bu bölümü de
bitiriyorum:
“İsmet Paşa
delegasyonuna ve
Rauf Bey
hükümetine sert
eleştiriler
yönelten İzmir
milletvekili
Sırrı Bey’in
Misak-ı Milli
Beyannamesini
bizzat kaleme
alanlardan biri
olduğunu
hatırlatması
üzerine Mustafa
Kemal: ‘keşke
yazmaya idiniz.
Başımıza çok
belalar
koydunuz’ dediği
biliniyor.”
Mustafa Kemal’in
baş belası
olarak
değerlendirdiği
misak-milli
sonradan
tabulaştırılan
sözde bir
yemindir.
Bütünlüğü
olmadığı gibi
bölünmesi de söz
konusu olmaz.
Sonuç yerine
TES’nin bize
dayattığı
tarifleri
reddediyoruz,
kendi
tariflerimiz
var. Kendi
tariflerimizle
yaşıyor ve kendi
tariflerimiz
üzerinden
siyaset
yapıyoruz.
KUDÇG’nun
24.12.2007
tarihinde
düzenlediği Urfa
toplantısında
yaptığım
konuşmayla
KUDÇG’nun
prensiplerini
savundum. Bu
prensipler
ışığında ve
kendi
kavrayışımla
TES’ni, Üniter
Devletçi,
Misak-ı Millici
siyasal
anlayışları
eleştirdim.
İddia
Makamının
iddiaları
vesilesiyle
devrimci
eleştiriyi
burada da
sürdürüyorum.
Birilerini övmek
ya da yermek,
bir şeyleri
aşağılamak ya da
kutsamak,
birilerini kin
ve düşmanlıkla
tahrik etmek
devrimci
eleştirinin ve
bu arada benim
işim değildir.
Devrimci
eleştiri, üstü
egemenler
tarafından
örtülen, tağyir
ve tebdil edilen
gerçekleri açığa
çıkarmak, ezilen
halkların hak ve
özgürlüklerini
savunmak
içindir. Orada
da burada da
yapmaya
çalıştığım
budur.
Genel olarak
insan, soyut
insan yoktur.
Her insan farklı
kimlikleri,
farklı
aidiyetleri ve
farklı
tarifleriyle
vardır. Marx’ın
‘insanın özü
toplumsal
ilişkilerinin
toplamıdır’ sözü
bu gerçekliğe
işaret eder.
Bizim de kimisi
doğarken
edindiğimiz
kimisi de
sonradan
edinilmiş birçok
kimliğimiz,
tariflerimiz,
aidiyetlerimiz
var. İnsan
boşluğa doğmaz;
bir toplumsal,
siyasal,
tarihsel ortama
doğar. İçine
doğduğumuz bu
toplumsal ortam
gereği
Kürdistanlıyız,
Kürd
milletindeniz.
Bu kendi halinde
sade bir
gerçektir.
Heyetinizin
üzerinde hareket
edip hüküm
verdiği hukuksal
zemin Kürd
halkının ulus,
ülke
gerçekliğini yok
saymaktadır.
Üzerinde
hükümler
verdiğiniz
hukuksal zemin
bu anlamda
bizleri de yok
saymaktadır. Şu
anda karşınızda
resmen olmayan,
ama fiilen
varlığını sizin
de bildiğiniz
Kürd halkından
bireyler olarak
bulunuyoruz.
Bizleri resmen
yok sayan bu
hukuksal zeminde
hakkımızda
vereceğiniz
kararlar bizler
bakımından yok
hükmünde
olacaktır.
Hakkımdaki
iddialar için
söyleyeceklerim
bundan
ibarettir.
Fuad Önen,
10 Mayıs
2008
|